Ana içeriğe atla

Sıradan bir öğleden sonra.

Nitat İnibat için sıradan bir öğleden sonraydı. Adı Nitat ve soyadı İnibat olan biri için bir öğleden sonra ne kadar sıradan olabilirse öyle, yazmak gerekir belki de klişeyi bozmamak adına, ama sahiden de sıradan bir öğleden sonraydı işte. Böceğe dönüşmemişti, meteor düşmemişti, SARS-CoV-2 pandemisi dışında herhangi bir felaket ve yahut olağanüstülük yoktu. Pardon, bir de hava sıcaklıkları mevsim normallerinin üstünde seyrediyordu.

Nitat bey, bankanın dışında oluşan kuyrukta, tuhaf bir ocak sıcağında, 1264 numaralı biletinin banka gişelerinin birinde yanmasını bekliyordu. 1264'ün bölünebildiği sayıları düşünüyordu. İkiye bölünür. Üçe, eee, on üç bölünmez. Atmış dört, yani dörde bölünebilir. Beşe bölünmez.... Vaktini böylece öldürüyordu.

Yediye bölünür mü, yediye bölünme kuralı neydi? Önündeki adam dönüp bakınca, mırıldandığını anladı, sustu. 

Numarasının Müzeyyen hanımın gişesinde yanmasını istiyordu, çünkü Müzeyyen hanım artık ismini biliyordu, anlamını ya da hikâyesini sormuyordu. 

Bir başkası gelirse ne olurdu?

-Mithat mı? 
-Hayır. 
-Mitat? 
-Hayır. 
-Nihat? 
-Hayır! 
-Ne o zaman? 
-Nitat, Niğde Ordu. Ne ordusu. Niğde İzmir Trabzon Adana Trabzon.

Her zaman buna benzer bir karmaşa. Hay allah! 

"Ailen adını Nihat mı koymak istemiş, yoksa Mithat mı?" İşin yoksa anlat da anlat. "Hadi adını anladık, soyadın neyin nesi? Galiba 'imbat' olsa gerek, onu anlaması zor değil de, fakat nasıl olmuş da 'inibat' olmuş?" Bilmiyorum. "Hem niye ailen bunca yıldır soyadınızı düzeltmedi? Hadi soyadınızı düzeltmediler, bari adını niye düzeltmediler?" Sana ne canım kardeşim, sana ne!

Kim bilir kaç yüz defa konuştuğu şeyleri, bir defa da banka kuyruğunda kendi içinden konuşurken Nitat beyin içi sıkıldı. Hay bankasına da, sırasına da! Kaçıp gidesi geldi. Önündeki adam yine döndü, kendine benzetemediği, kendi normallerine uyduramadığı ve bu yüzden de kınadığı birine bakar gibi baktı. Nitat bey kendi kendine mırıl mırıl mırıldanıyor, durduğu yerde kımıldanıyor, sürekli sağa sola bakıyor ve hatta bazen ayaklarıyla tempo bile tutuyordu. Önündeki adam ise, durması gerekiyorsa sadece duruyordu.

Diyelim ki adı 'Mithat Nihat bey' olsun, madem Nitat beyin yanlış olan her şeyinin doğrusuydu adamcağız, adı da olsa olsa 'Mithat Nihat İmbat' falan olmalıydı. 'Mithat Nihat bey' herhalde memur olmalıydı, sabah dokuz akşam beş çalışmalıydı. Ayın on biriydi, bir pazartesiydi, demek ki 'Mithat Nihat bey' iş için buradaydı. O zaman muhasebe bölümünde çalışıyor olmalıydı. Tamam, 'Mithat Nihat bey' doğru adamdı, ama hayatında yanlış giden hiçbir şey mi yoktu? Belki biraz önce bir işini unuttuğundan dolayı amirinden, ne bileyim, müdüründen fırça yemişti ve apar topar bankaya gelmişti. Belki de bir senedi ödemeyi unutmuştu ve bugün de son günüydü. 'Mithat Nihat bey' hiç unutur muydu yahu! O yanlış olan her şeyin doğrusu değil miydi?

Nitat bey istemsizce kıkırdadı. Kımıldanmak ve mırıldanmak bir yere kadar, ama kıkırdamaya da başlayınca, 'Mithat Nihat İmbat beyefendi hazretleri' bir "fesuphanallah" çekti. Besbelli canı bir şeye sıkkındı. Hanımla mı kavga etti acaba? Nitat bey bekar olduğundan, 'Mithat Nihat bey' evli olmalıydı, hem de üç çocuğu vardı. Yaşı kaçtı ki bu adamın? Nitat bey, önündeki adamı iyice süzdü. Maskesinden dolayı yüzünü pek az görebilmişti, ama yaşı olsa olsa kırk beş, elliydi. Bilemedin elli beş. En yüksekten hesaplamaya başladı Nitat bey. Elli beş yaşında olsa, yirmi beşinde evlenmiş olsa, otuz yıl. Demek ki, üç çocuğunun en büyüğü olan kızı yirmi yedi yaşındaydı. Torunu da var mıydı acaba? Nitat beye göre olmalıydı. Her şey muntazam olmalıydı bu önündeki adamın hayatında. Canı neye sıkkındı peki bu herifin?

Bankanın güvenlik görevlisi kapıdan dışarıya kafasını uzatıp, "bin iki yüz atmış üüüüç" diye bağırdı. "Mithat Nihat bey" içeri girdi. Aksilik! Numarası Müzeyyen hanımın gişesinde yanmıştı. Görevli, "bin iki yüz atmış dööört" diye bağırdığında, bu defa Nitat beyin canı gerçekten biraz sıkıldı.

Arkasındaki adam Nitat beyi dürttü. "Hadi kardeşim numaran yandı girsene." Nitat bey numarasının yandığı gişeye baktı, tanımadığı bir genç kadın vardı. Konuşmaya, anlatmaya üşendi. İşi de zaten öyle acil değildi. Bankaya girmek yerine, sokakta yürümeye başladı.

Görevli arkasında, şimdiye dek bağırdığından başka bir tonda "bin iki yüz atmış beeeş" diye bağırırken, herhalde aslında Nitat beyin tuhaflığına sövüyordu. Nitat bey gülümsedi. 

'Mithat Nihat bey' acaba neye sıkılıyordu?




Yorumlar

  1. Kaleminize sağlık kardeşim. Nitat Bey yabancı gelmedi bana pek. Çünkü kendimden de bir şeyler buldum onda. Gereksiz ve abartılı evhamlar, sayısal hesaplar da hep meşgul eder zihnimi :) :) :)

    YanıtlaSil
  2. Hehehehe, pek tabii yazarından da bazı izler taşıyor Nitat beyefendi. Boş kalmayı sevmeyen zihinler, kendilerini sürekli meşgul etmek istiyor herhalde :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *