Ana içeriğe atla

Olağanüstü bir öğleden sonra.

 "Hay allah! Hay allah!" diye söyleniyordu içinden.

Oysa gün ne kadar da normal başlamıştı, güneş doğudan doğmuştu, yataktan "bismillah" diyerek sağdan kalkmıştı. Belki de sakalının üç günlük olması dışında her şey sıradandı. Gerçi bu da onun yeni normaliydi, günün büyük kısmında koca bir maskenin arkasında saklanan sakalını önemli bir toplantısı olmadıkça her gün kesmiyor ve yüzünü dinlendiriyordu. Aynaya baktığında kendine kirli sakalı da yakıştırıyordu hani. Yine de şimdi, işte o üç günlük sakalıyla, ama devcileyin bir sorunla bir banka dışındaki kuyrukta sıranın bir an önce kendisine gelmesini bekliyordu. Sıkıntısı arttıkça yüzündeki maske daha çok boğuyordu. 

Arkasındaki tuhaf adam kıpır kıpır hareket ediyor, bir de mırıldanıyordu. Dönüp şöyle bir adama baktı, tuhaf adam zembereği boşalmış bir oyuncak gibi birden durdu. Deli miydi neydi? Yüzünün maskeden arda kalan kısmına, yani gözlerine baktığında muzip bir çocuğun gülümsemesini gördü, başını çevirdi.

Ne yapacağını bilmiyordu. Tam da zamanıydı yahu! Nasıl toparlayacaktı o kadar evrâkı şimdi. İçinde bir ses, sabahtan beridir "ne demek unutmak, ne demek unutmak" diye öfkesini tesbih ediyordu. Otuz üç defa, "ne demek unutmak", otuz üç defa "hay allah", otuz üç defa "fesuphanallah"tan oluşan tuhaf bir tesbih dönüp duruyordu aklında. 

Üstüne üstelik arkasındaki adamın da zembereği yeniden kurulmuştu herhalde, kendi kendine mırıl mırıl mırıldanıyor, durduğu yerde kımıldanıyor, sürekli sağa sola bakıyor ve hatta bazen ayaklarıyla tempo bile tutuyordu. Dönüp baktı. Sidik zorlaması mı vardı, yoksa düpedüz deli miydi bu adam! Belki onun da canı bir şeye sıkkındı, diye düşünebilirdi, ama bu tuhaf adamın maskeli yüzünün tek görünen kısmı olan yuvarlak gözlüklerinin arkasında parlayan gözlerinde ancak bir deliliğin izlerini aramak mümkündü. Dudaklarını görmese de gülümsediğini anlıyordu. Tanıyor muydu yoksa? Hayır. Kıyafetiyle, hâliyle ve banka sırasında olmasıyla tam anlamıyla bir meczuba da benzemiyordu. Meczuplar bankaya gider miydi ki? Bir de tam anlamıyla meczuplar tam olarak neye benzemeliydi, ondan da emin değildi.

Güvenlik görevlisi bankanın camdan kapısını yeniden açtı ve bağırdı: "bin iki yüz altmış iki!"

Önündeki son kişi de kişi de bankaya girdi. Kapının önünde şimdi o duruyordu. İçindeki sıkıntı büyüyordu. Sıkıntısını kolay kolay göstermezdi, kendisini paylaşmayı da sıkıntısını paylaşmayı da pek sevmezdi. Çok öfkelense de kolay kolay bağırmazdı. Gerilimi yüksek anlarda, tartışmalarda, sakinliği ve sessizliği muhatabı karşısında onun silahı hâline gelirdi. Bugün de işyerinde, mevsim normallerinin üstünde bir sıcaklıkta, ama yine de oldukça sıradan geçen bir ocak gününü olağanüstü bir hâle getiren sabahki telefonda, banka memurunun mahcup özürleri karşısında sessizliğini korumuştu. "Kusura bakmayın" diyordu hattaki adam, bir aksilik olmuş. "Ne aksiliği? Unutulmuş desenize siz şuna!"

Arkasındaki adam birden kıkırdadı. Dönüp bakmadı bile, ama tuhaf tesbihatından bir "fesuphanallah"ı istemsizce dışından savurdu. Deliyle deli olma, dedi içinden kendi kendine. Neyse ki aksi birine denk gelmedi bu tuhaf adam, diye düşündü. Pandemi döneminde dükkanını açamayıp, ama yine de kredisini borcunu, harcını ödemek zorunda olup da burnundan soluyan birinin önüne arkasına düşseydi, bu zemberekli delinin ağzını yüzünü dümdüz de edebilirlerdi. Derdi neydi ki bu tuhaf adamın?

Cam kapıdan kafasını uzatan görevli numarasını bağırdı. Bankaya girdi, gişelerin üstündeki ışıklı panolara baktı, işte "1263" orada yanıyordu. Camdan bir kafesin arkasında, maskeden arda kalan gözleriyle kendisine gülümseyen genç kadının önünde durdu.

"Çenekler geldi mi? Aman işte, sekler, setler geldi mi?" diye sordu. Hay allah! Çekler, senetler; sıkıntıdan hepsini birbirine sokmuştu. Genç kadın güldü.

"Kusura bakmayın" dedi, "aceleden, aceleden dilim dolandı."

"Önemli değil" dedi kadın, "hangi çenekleri bekliyordunuz" diye espri yaptı.

Sizin Mehmet beyin unuttuğu çenekleri, diyesi geldi, herhalde konudan habersiz olan bu hanımefendinin güleç gözleri ve nazik tavrı karşısında söyleyemedi. "Bizim çekler gelecekti. Sabah aklıma gelince, Mehmet beyi aradım ve 'bir aksilik olduğunu' ve isteyeceğini söyledi. Öğleden sonra da yerinde olmayacakmış, gişeden alırsınız, demişti." diye kısaca meramını anlattı. Aksilik kısmında, "Mehmet beyin unutmasını" vurgulamaya çalışmıştı.

Pek tabii ki, Mehmet beyin bu hatası herhalde hanımefendinin umurunda değildi. Onun sıkıntısı da, doğal olarak hanımefendinin pek umurunda değildi. 

Genç kadın karşısındaki adamın gülümsemeyen gözleri karşısında, toparlandı. Bu defa da genç kadın "kusura bakmayın" dedi. "Rica ederim" dedi, adam, kabalık etmemek adına biraz da gülümsedi.

"Öncelikle adınız neydi" diye sordu kadın.

En başta söyleceyeceği şeyi unutmuştu. "Hay allah!" dedi ve güldü.

"Tekrar kusura bakmayın." dedi genç kadına.

Yorumlar

  1. Değerli hocam kaleminize sağlık. Yine keyifle okuttuğunuz bir hikaye olmuş. Aslında maharet işidir kişilerin iç dünyasını konuşturmak. İnsan zihni hiç boş durmaz. Boş durmayan bu zihnin faaliyetlerini de açık etmek lazımdır aslında ara ara... SELAMLARIMLA...

    YanıtlaSil
  2. Yorumlarınız için çok teşekkürler hocam, selamlar.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *