Ana içeriğe atla

Memleket, dünya ve mendil.

Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir, yazmış şairin biri, bana öyle dediler. İnsan bunu yazınca şair oluyor, dedim kendi kendime. Sahiden yazmış mıdır şair bunu, bilmiyorum. O yazmasa da yazılmış artık, bunu biliyorum. Bunu yazan her kimse şairdir, yazıyorum kendi kendime.


Nâzım, “bu cennet bu cehennem bizim” yazmış memleketimiz için, ki son zamanlarda hep cehennem yaşıyoruz. Güneyi yanarken kuzeyi su altında, bir tuhaf zamandayız. Bir ağaç için için yanarken, bir şehir sular altından çıkarken, heykeltraş olmalıyız bu memlekette, bu dünyada yaşamak için. Memleket cehennem, dünya cehennem, ama biz içinden bir cennet oymalıyız kendimize. Cehennemden cennet oymak değil midir zaten şiir? Şair olmalıyız. Şair olamayız. Şiir yaşamalıyız.  Bu dünyayı bir şiir gibi yaşamalıyız, yazıyorum. Zaten herkes yazmıştır.  Bunu yazan her kimse delidir, yazıyorum kendime.


Sürekli kanıyor bir yanımız. Yalan, baskı, yangın, sel, ölüm; mendil bile kanıyor bu memlekette.  Bu dünya bizim için değil. “Ben bu dünyayı tanımadım ve sevmedim” yazmıştı bir adam bir kaç yıl önce, sahi bunu yazan her kimse o bir şiir değil miydi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir cumartesinin umudu.

Canbaz, gül ile diken arasında âli cengiz bir cesaretle dolanıyordu. Gözlerinde başka bir yarının ümidi dolanıyordu. Dili dolanıyordu, aklı dolanıyordu. Şehirler, şehirlere dolanıyordu. Şehir şehir dolaşırken, şarabın ateşiyle hoş iki başın, baş başa bir fotoğrafı aklında dolanıyordu. Bir cumartesinin umudu dilinde dolanıyordu canbazın. Canbaza dikkatle bakanlar; onun gözlerinde çözülmeyi bekleyen bir yumak gördüler. (9 Temmuz 2024, 20:30, Taksim Gezi Parkı)

On beş.

Bu bloga yazmaya, dile kolay, on beş sene önce bugün başlamışım. Demek ki bu bloga yazarak büyümüşüm. Zaten, kendi güncelerim gibi, öncelikle kendim için yazdım buraya; bu yüzden de okunup okunmadığını umursamadan, zaman zaman büyük aralıklarla da olsa, daima yazdım. Yaşadığım hikâyeler, yazdıklarımdan tuhaf olduğundan; yazdıklarım yaşadıklarıma, yaşadıklarım yazdıklarıma karıştı. Okurlarım on beş yıl boyunca daima az oldu; ama en güzeli, buraya yazdıklarım, daima bu blogun okurları oldular.  Bu bloga yazarken büyüdüm. Pek çok şey umduğum gibi olmadı, pek çok şey öğrendim. Ne yazık ki, bazen kayıplardan öğrendim. Düşe düşe yazdım, düşe kalka yaşadım; düştüğüm yerden daima kalktım. Hayır, tek başıma kalkmadım. Hep, rahmetli babamın, sevgili ailemin, değerli dostlarımın destekleriyle kalktım. Hezârfen inadıyla, daima Üsküdar’a varmayı umdum. Hep tuhaf hikâyelere düştüm. Zaten Hezârfen’in hikâyesi de Çelebi’nin düşü değil miydi? Zamanın azizliği, on beş yıl böylece geçti.

Burada

“ eski bir şarkı belki bir şiir ” İzmir’in ayazında evvelki yazgılardan ismimi sildim seni tanıdım ama hatırlayamadım senlerin içinde seni ayıramadım İzmir’de ısıtmaz güneş yanımda azalırken bir çınarın gölgesi karşımda cumartesinin eksiği karagöz oyunlarının gölgesi çelebinin rüyası hezârfenin düşüşü hacıvatın kibirli sessizliği birinci yalnızlığımdan arda kalan yeni veliahtların masaya düşen gölgesi şairlerin eski ahitleri cümle hataların güncesi benim yarınım benim dünüm yanaklarım bileytaşı temel temelsiz direklararası böyle yıkılmaz (yalnız bu şarkı kırmızıdır çabuk çarpar şimdiden şehla bakıyor gözlerin) İzmir şehrim işim resim yazmaktır Sen miydin belkahveden bir yazıyla indiğim senin yüzünden seninle gözlerin sizli tafsilatını bilmiyorum tanrım bilir taksiratımı ve sakallarımı ben hatıralara inanmıyorum barikatlara ve dağlara da amentüsü inkar olan o kadın sen miydin belma sebil miydi eski birşey maalesef aklımda hergün hakikat şarkısının eksik notası (Dün bir gün seni de gördü...