Ana içeriğe atla

Bir yenilgi hikâyesi.


"Kaybedince daha çok seveceksin."

Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: "Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde."

12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim.

Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgisizdi aslında. Son yıllarda ise, evde beraberce Altay'ın maçlarını ve diğer önemli maçları izlerdik. Bir İzmir Derbisi Hikâyesi'nde de yazmıştım, "atamayana, atarlar" deyişini çok severdi ve hep haklı çıkardı. "Ne dedim ben sana" derdi her defasında, "o gol" atıldığında. Şimdi onun koltuğunda bir başıma izliyorum maçları genelde ve hâlen "atamayana, atıyorlar."

Benim Altaylı oluşum, kuzenim Burak ve "eski bir dert" yüzünden oldu herhalde. İnsanın eski dertlerini bile özleyebileceğini biliyorum artık. İçine düşüp, bocaladığım dertlerime "kuyu" derdim ben eskiden, sonra kuyuya düşmemeyi öğrendim. Yahut öyle sanıyordum, "düşmesi kaçınılmaz bir kuyu"ya denk gelene kadar. Ölüm, hayatın değişmez tek gerçeği olduğu gibi; yas da "kaçınılmaz bir kuyu" ve o kuyudan eskisi gibi çıkamıyor insan, hele ki böylesi büyük yaslardan sonra. Üstüne üstlük, allah beterinden saklasın, iki ay sonra da aynı zamanda süt annem olan halamı yitirdim ve oldukça yaralandım iki ayda bu iki yası yaşayan tüm akrabalarım gibi. Öyle anlamsız geliyor ki şimdi bana "o eski kuyular", hele ki hiçbir anlamı olmadığını anladıktan sonra, zamanında oldukça çaresiz hissettiğim için kendime kızasım geliyor. Yine de, o günün gerçeği oydu, deyip geçmek gerekiyor herhalde.

Yerime oturdum, karşıda bir pankart vardı: "KAYBEDİNCE DAHA ÇOK SEVECEKSİN." Sanki benim için hazırlanmıştı, o misafirimin sözlerini yine kulaklarımda duydum. "Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz" ve daima sevsek de, belki de yokluğunda daha çok seviyoruz. Sevgiden ve hatırlardan başka bir şey kalmıyor geride.

Pankart benim için hazırlanmamıştı pek tabii. Benim hikâyem, Altay'ın hikâyesine karışıyordu yine sadece. Altay, on sekiz yıl sonra çıktığı ve oldukça iyi başladığı sezonda; kendi evinde, Alsancak Mustafa Denizli Stadyumu'nda devam etmesine rağnen, tepetaklak bir düşüşle küme düştü. Evimizde ilk maçtan sonra da bir yazı yazacaktım aslında, ama bir türlü yazamadım. "İnsanın Evi Neresidir?" başlığıyla düşündüğüm yazı, ev mefhumu üzerine bir yazı olacaktı. Yazamadım. Yazık oldu mu, bilmiyorum. En azından başlığı ve konusu burada bir hatıra olarak dursun.

Düşenin dostu olmaz amenna, ama düşmana gerek kalmayacak şekilde Altay'ı biçare bırakıp gidenler hep içeriden oldu. Kimsenin başkanlığa yanaşmadığı takımı, ancak "gerçekten seven" bir grup yürekli insan sahiplendi. Transfer yapması yasak olan Altay, ilk kampını sadece gençlerle yaptı. Sonra geçen seneden bazı futbolcularla yeniden anlaşıldı. İbrahim Öztürk, Björkander, Gencer, Özgür, Ceyhun, Zeki, Naderi ve geçen sene talihsiz bir şekilde ayrıldığımız Marco Paixao ile de "bu böyle yarım kalmadı" ve yeniden anlaşıldı. Pek tabii, "astığı kramponlarını" bu zor durumda dört yıl sonra yeniden giyen Murat Uluç'u da ayrıca yazmak istedim.

Tesadüf, en son Altay yazımın "süper kahramanı" Marco, son dakika golünde asisti yapan Naderi ve Özgür henüz hazır olmadıkları için tribündeydiler, üçüyle de ilk defa selamlaştım.

Ferdi Özbeğen'den "Gündüzüm Seninle" ilk defa, yine son yazımda çalmıştı. O günden sonra iç saha maçlarında hep çaldılar. İlk çaldığından bu yana, son yazımdan bu yana, çok şey değişmişti. Babam ilk tedavisinden sonra sağlıklıydı, keyfi yerindeydi, hele halamın hastalığı konusunda hiç bir bilgimiz bile yoktu. O şarkı bana, o gün için "sorulması zor bazı sorular"ı çağrıştırmıştı. Bu defa, o sorular oldukça anlamsızdı, ama artık, bu defa babama hiç sorulamayacak sorularım vardı. Haberlerde birşey görsem, Altay'la ilgili bir gelişme olsa ve işle ilgili her şeyde ilk söylediğim, ilk sorduğum, ilk danıştığım kişi yoktu artık. Sorular, gün geçtikçe birikiyordu, ama artık hiç sorulamayacaktı. "Gölgesi yeter" deyiminin anlamını idrak ettiğim yerdeyim artık, insan deyimlerin gerçek anlamını ancak yaşadıkça anlıyor.

O güzel şarkı yeniden çaldığında, sürekli o pankarta baktım ve gözlerime inen gölgeyle beraber sessizce mırıldandım bir başıma.

Sonra maç başladı. Gençlerin ağırlıklı olduğu bir kadroyla sahaya çıkan Altay, "umut sezonu" adını verdiği sezonun ilk maçında, deyim yerindeyse, terinin son damlasına kadar mücadele etti. "Olmasan da şampiyon, almasan da kupa; saldır Altay ıslansın o forma" tezahüratının tezahür ettiği bir maç oldu. Bence 2-0 yenilse de, mücadelesi alkışlanması gereken bir takım vardı ve öyle de oldu zaten, hep beraberce alkışladık takımı.

Hayat daima güzel zamanlardan ibaret değil, her zaman galip gelemiyorsun; güzel günler gibi zor günler de eşyanın tabiatı. Üçüncü Altay yazım, ilk ikisinden her anlamıyla farklı; bu bir yenilgi yazısı. Tam anlamıyla bir yenilgi yazısı. Küme düşen, küçülen, zor günlerden geçen bir takım ve onun iki ayda iki yas yaşamış; hikâyesi tamamen değişmiş, saçları doğal yollarla siyah beyaza doğru giden bir taraftarı hakkında tuhaf bir yazı oldu. Babamın ardından yazmak istiyor, ama bir türlü toparlayamıyordum. Bazen bazı yazılar, doğru zamanı, küçücük bir işareti, ilhamı bekliyorlar; bu yazı da öyle oldu. Kaybedenlerin yazısı, başladığı cümleyle bitecektir.

*

"Kaybedince daha çok seveceksin."




Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Açık uçlu hikâye.

Evvela ithaf. -beni yeniden yazmaya çağıran M'ye hikâyeden önceki yazımdır. Ve yazgısını kendi çağıran yazıya giriş. Yazmayı unuttuğum bir hikâyeyi okudum bugün, neden ve nasıl bilmiyorum, çünkü yazmayı da unutmuştum. Ellerim olduğunu dahi unutmuştum. Ellerim olmadan kördüm ben. Kararsız kararlığa körlemesine girdim, kararsızdı muhakkak, çünkü yazılmamış bir hikâye yazılmayı beklemez.  Kahvenin karanlığını akla çağıran gelişme. Hayat bu yüzden tuhaf, beklenmeyen yerde başlarız yazmaya, bir daha yazmayacağına dair bir yanılgı içine hâkim olduğunda. Hikâye gözlerine bakar ve yaz beni der, yazar iradesizdir, irade sahibi olan öyküdür okuyan bilmez. Hikâye yazdırır kendini. İlham dersin yahut rüzgâr, kendine çağırır hikâye. Alelacele gidersin, hayat bu yüzden tuhaf. Yazamayacağın sanrısını ve onca işi bırakır, hikâyenin gözlerinde bir kelimede bin kelime çağırır aklın.  Yazar çaresizdir, hikâyenin esiridir. Geç kaldığını düşünse de, başlar yazmaya. Sonunu b

Ötekinin Hikâyesi

Quid rides?  Mutato nomine, de te fabula narratur. Quintus Horatius Flaccus “Güya buraya bir daha asla gelmeyecektim.” Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesinde, bir Amerikan kahvecisinin tuvaletinin kapısında görmüştüm bu cümleyi. Hiç unutamadım. Çünkü o zamanlar bir hikâye üzerinde düşünüyordum, nereden başlamalıyım, nasıl yazmalıyım diye kendime soruyordum. Yıllarca çabaladım, aslında yıllarca kaçtım yazmaktan. Çünkü kalemi elime her aldığımda, kendimi bir daha gelemeyeceğim kadar güzel zamanlarda buluyordum ve bu yüzden de hatırlamamak için “bir daha gelmeyeceğim” deyip yazmaktan kaçıyordum. Boşuna kaçıyordum aslında, bir daha gelmeyecek olsa da yaşanmış olması bile hayatımın geri kalanını değiştiren, güzelleştiren bir hikâye yaşadım. Bir hikâyenin ilk cümlesi önemlidir. Okuru okumaya ikna etmeye ilk cümlede başlamalıdır yazar. İlk cümle, çarpıcı olmalı, etkileyici olmalı; akılda kalmalıdır. Bu hikâyenin başı benim için çarpıcıydı, tam anlamıyla, olması gerektiği gibi.