Ana içeriğe atla

Bir İzmir derbisi hikâyesi.



Size bir hikâye daha anlatayım mı? Bu anlatacağım hikâye, o akşam tribünde olan binlerce kişiden birinin hikâyesi, pek matah bir hikâye de değil aslında; ancak ben bir hikâye anlatıcısıyım ve yapabildiğim şey ancak yazmak.

Thaciano yirminci dakikada penaltıyı gole çevirebilseydi, kuvvetle muhtemel maç kopacak ve belki de farka gidecekti. Hikâye de başka bir hikâye olacaktı, daha az dramatik, daha az okunulası. "Ne olduysa, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur" demiş Karl Marx; pek tabii "tarihte" diye başlamış bu ünlü sözüne, ancak işte Altay-Göztepe maçında da olan oydu.

Ferdi Özbeğen, doksan artı üç, Marco Paixao ve pek tabii "kırık bir aşk hikâyesi"; bu da "bir başka" hikâye işte. Buyrun.

*

"Dünyada sevenler bahtiyâr olmaz."



https://www.youtube.com/watch?v=3hY0lxS-Nbw


Benim tribünlere girişim, "kırık bir aşk hikâyesi" yüzünden, bunu "bir deplasman hikâyesi"nde de yazmıştım. Yazmaktan gocunmuyorum, ama tekrar etmek niyetinde de değilim kendimi. Belki de hiç bahsetmezdim, maçtan hemen önce Büyük Altaylı Ferdi Özbeğen'den "gündüzüm seninle" çalınmasaydı, ama çalmasalardı herhalde bu yazıyı da yazmazdım. Maçtan beri, herhalde bütün taraftarlar gibi ağzımda ve aklımda; sürekli dinliyorum, söylüyorum, neredeyse sayıklıyorum. "Bu şarkıların gözü kör olsun" insanın aklına giriyorlar. "Unuturdum seni, ben seni çoktan" demişse de başka bir güftekâr, herkes bilir ki unutmak diye bir şey yoktur. "Seni unuttum" demekten daha güçlü bir şekilde nasıl hatırlar insan bir başkasını?

Doğrusunu "gündüzüm seninle"nin söz yazarı Suat Sayın yazmış, "dünyada sevenler bahtiyâr olmaz."

Ortak tanıdıklara sormak istiyorsun, dilinin ucuna geliyor da , “unutamadığını” anlamasınlar diye pek çok defasında sormaktan vazgeçiyorsun ya, bu hikâye de tam oradan geçiyor. Oysa unutmak diye bir şey yok ki. Sen de biliyorsun bunu; sormaya çekindiğin arkadaş da “hem unutamadığını, hem de unutmak diye bir şey olmadığını” biliyor oysa. Yine de soramıyorsun, her defasında sorulmaması gerektiğini bilecek kadar yaşadığın ve az biraz da yaşlandığın için. Neyi soramadığını da biliyorlar bazen, bir es verişinde dahi anlaşılıyor; ama hayat bu, böyle, bu kadar. 

Hayat süregeliyor, hikâyeler değişiyor. Şehre kuşlar geliyor, sonra onlar da gidiyor ve insan durmadan bir başka mevsimi bekliyor. Aslında insan diye genellemeyeyim, kimseyi bilmiyorum, ama galiba ben en çok sevmenin kendisini seviyorum. Dünyaya, severek tutunuyorum ve aslında fena da bir tutunma şekli değil herhalde, onca tututma şeklinin içinde. "Aldığım her yudumda sen geliyorsun aklıma" diye başlayan tribün bestesinde "çok sevdik Altayım seni" diye bağırıyorsak eğer, elbette biliyoruz ki "dünyada sevenler bahtiyâr olmaz."

*

"Biz bu şehrin kedisiyiz."



Altay ile Göztepe'nin ilişkisi, Freudyen bir ödipüs karmaşası. Futbolu ve İzmir futbolunu bilmeyenler için yazmak gerekirse; Göztepe, Altay'dan trende bir söz hakkı kavgasından ayrılan bir kısım insan tarafında kurulmuştur. Pek doğal olarak, bu ilişki içinde kompleks taşır, öyle ki Göztepe taraftarı kendi rakibinin, bir trende yollarının ayrıldığı Altay değil de, Karşıyaka olduğunu düşünerek, Altay'a olan saplantısını inkarcılığa kadar götürür. 

Bu hikâye iki binlerde yeni bir katman daha kazanır. İki takım da ikibinlerin başında düşüşe geçer. Düşüş Altay için son profesyonel küme olan üçüncü ligde son bulmuştur, ama o zamanki Göztepe amatör liglere düşmekten kurtulamamış; Dinç Bilgin, TMSF, Altınbaş ve Sepil'le süregelen bir şirketleşme hikâyesi sonucu, üçüncü ligde yer alan Aliağa Belediyespor'a logo ve isim değiştirilerek hızlı da bir yükseliş sürecine girerler. (Böyle yazarak, içlerinde dostlarım da olan rakip taraftarları kızdırmaya çalışıyorum pek tabii ki, çünkü futbolun güzel tarafı rakibi kızdırmak. Pek tabii, kendi şehrinin takımını tutan, tabiri caizse "cefasını çeken" herkese saygı duyuyorum ve bu derbiler olmadan futbolun bir anlamı olmadığını da biliyorum. O yüzden iyi ki Göztepe A.Ş. hâlen var ve iyi ki cuma akşamı karşılaştık.)

Altay ise, en fazla üçüncü lige düşmüştür ve orada son maçta da olsa tutunmuştur. Kendi vakıf yapısını değiştirmeden, sabırla, inatla, köy kasaba gide gide, genç başkan Özgür Ekmekçioğlu'yla beraber üçüncü ligde, ikinci ligde,  üç sene de birinci ligde mücadele edip, nihayetinde birinci lig playoff finalinde, sahiden de "yürekten yüklenip", Marco "Paşa" Paixao'nun son dakika golüyle "bir kedinin evine dönmesi gibi er ya da geç" on sekiz yıl sonunda ait olduğu süper lige geri dönmüştür. 

Ben ilk hikâyemi play-off final maçının hemen öncesinde yazmıştım ve sanki içime doğmuş gibi şöyle karalamıştım: "Futbol, tribünde televizyonlardan çok daha güzeldi. Tribünde tanımadığın binlerce insan, bilmediğin binlerce hikâyenin içinde boynunda atkıyla o binlerle beraber bir bütündün işte. "Ne Londra konferansı, ne atom bombası", ne de aşk acısı! Bir son dakika golünün sonrasında, tribünlerde altı yedi basamak inerken, başka hiçbir şey kalmıyordu geriye. Marco Paixao gole giderken başka hiçbir şeyi hatırlamıyordu insan."

Bu büyük maçın, süper ligde uzun yıllar sonra bir İzmir derbisinin öncesinde, armasında İzmir yazan Altay'ın motivasyon sloganı, "biz bu şehrin kendisiyiz"di ve cuma akşamı saatler akşam sekize gelip de takımlar sahaya çıkarken, stadda daha önceki maçlarda çalmayan bir şarkı çalmaya başladı.



Özbeğen'in o güzel sesi stadyumda yankılanırken, tüyler diken diken olmuştu bile.

"Gündüzüm seninle, gecem seninle. Beyhude geçti bu ömrüm derdinle."



Maç başladı. Göztepe taraftarlarının da kabul edeceği üzere, rakip takım bu sezona iyi başlayamadı ve bu maçta da durum pek farklı değildi. Baskı kuran, pozisyonlar kaçıran Altay, yirminci dakikada Thaciano penaltıyı auta atmasa herhalde farklı kazanırdı. Ancak futbol hata oyunu ve babamın da beraberce maç izlerken sürekli söylediği ve hep haklı çıktığı üzere, bir diyalektik yasası gibi, "atamayana, atıyorlar."

Dakika yirmi altıda penaltıyı Soner gole çevirince, Altay evinde 0-1 geriye düştü ve gerek ceza sahasında topa vurmak yerine çalım atmayı deneyen, gerekse karşı karşıya kalacakken topu ayağından açıp pozisyonu kaybeden bir rehavetle, motivasyonunu da yitirdi. İlk yarı böylece bitti.

Devre arasında, İstanbul'daki Büyük Altaylı dostum Erdi'ye "sanki Marco maçı gibi" yazdım. Çünkü aslında yenilmeye hazır olan bir rakip karşısında, Altay'ın tek eksiği onun bitiriciliğiydi. Nihayet atmış üçüncü dakikada oyuna girerken, stadın enerjisinin nasıl değiştiğini yazmalıyım. Altmış ikinci dakikada motivasyon kaybı tribünlere de sıçramıştı. Sessiz, sakin, bir beraberliğe razı, anlamsız bir kabulleniş vardı. Sonra anonsçu oyuncu değişikliğini duyurdu.

Bu maçın hikâyesi bir kurtarıcı, bir "süper kahraman" hikâyesi ve tribünlerin o kurtarıcıya olan ilgisini ve güvenini dördüncü hakem yeşil rakamlarda 19'u gösterip, Marco Paixao'nun oyuna girdiğini ilan ettiğinde orada gördüm. Bir anda tribünlerdeki binlerce insan hep bir ağızdan "Marco, Marco paşa!" diye tezahürat yapmaya başladı ve önce tribünlerin sonra da takımın enerjisi değişti.

Ondan sonra yenilmek isteyeni yenmek, sadece zaman meselesiydi.

Yetmiş birinci dakikada Cebrail'in ceza sahasına ortasına Kappel dokundu ve skor 1-1 oldu. Çok değil, on dakika önce hiç yoktan bu skora razı hâle gelen takım ve tribünler de artık galibiyetin zaman meselesi olduğunu biliyordu.

Kaçan gollerle o zaman doluyordu, doksan dakika dolduğunda, dördüncü dolduğunda hakem bu defa da Altay'ın son umudu olan yedi dakikalık süreyi kaldırdı. Tribünlerde de takımda da beraberliğe razı olmayan bir telaş vardı.

Marco Paixao, doksan artı üçüncü dakikada Naderi'nin ortasını kontrol edip, inanılmaz bir ters vuruşla topu üç direğin arasına yollayıp, tabelayı 2-1 olarak değiştirdi. 

Sonrası, sonrası tüyleri diken diken eden bir mutluluk. Sokakta tanımadığın insanlardan oluşan bu ailenin içinde insanların duygularının hemhal oluşu, birbirine sarılanlar, yerlere yatanlar, zıplayanlar. Anonsuçun bağırması; sonra tribünlerin "Paixao!" diye bağırırken sesini bırakması.

19 eylülde, yazıyı yazdığım bugün doğum günü olan, otuz yedi yaşını dolduran Marco Paixao, kendi doğum gününden iki gün önce taraftara kendi hediyesini verdi.

Aşılanma süreciyle yeniden açılan tribünlere dönüp de bu güzel hikâyeyi yerinde izleyebildiğim için kendimi şanslı addediyorum ve işte böylece sizlere "benden hikâyesi."



Yorumlar

  1. Değerli kardeşim öncelikle affınıza sığınıyorum. Bu bloğu Twitter sayfanızda paylaştığınız 19 Eylül 2021 günü "okuyacağımı" yazmıştım size. Ancak internet erişimimdeki sıkıntı, okulların açılış dönemi ve büyük kızımın Ankara'da bir üniversiteye yerleşme süreci, diğer çocukların (toplam 3 çocuğum var) okulları, kişisel bazı problemler derken epeyce bir öteleme oldu o sözümde. "Söz" deyip geçmemek lazım. Son kitabımda yazdığım şu pasajda da belli olduğu üzere kendisine verilen bir yığın sözün tutulmayıp defalarca hayal kırıklığına uğrayan ve sitemini sosyal medyada bu şekilde dile getiren birisinin verdiği bir sözü böyle ötelemesi elbette bir çelişki idi. şöyle demiştim 24 Aralık 2020 günü Facebook hesabımda ve daha sonra 3. kitabıma aldığım sitemimde: "oplum olarak en büyük eksikliklerimizden/yanlışlarımızdan bir tanesi de çok çok küçük ve önemsiz görülen ama aslında çok önemli olan, müslümanın da en başta gelen prensiplerinden olması gereken söze sadık kalma/emanete riayet konularındaki vurdumduymazlığımızdır.
    Her meselede gaza gelip de bir işi/sorunu olan arkadaşına "yaparız, ederiz, çözeriz, hallederiz, ben yarın bi ilgileneyim falan yerde adamım var, takma kafana çözeriz vs..." gibi vaadler verme.
    Yarım ağızla "tamam bakarız" demiş bile olsan karşı tarafın talebi ile ilgilen. En azından olumsuz olarak dönüş yap. Unutma ki karşı taraf bunu unutmamakta ve senden girişim beklemektedir.
    Altından kalkamayacağın, seni aşan konularda arkadaşına asla "halledeceğim senin işi" diye söz verme.
    "Yarın arayacağım seni" dediğini muhakkak ara.
    "Gönderine bakacağım" dediğin adamın attığı şeye bak ve dön. Eğer yoğunsan ve geri dönüş ümidin yoksa bunu baştan bildir. Veya böyle bir mesaja hiç cevap verme.
    Buluşma yerine vaktinde gel.
    Biz bu sözleri ve bunları takip etmeyişimizi önemsiz görüyoruz. Ama konu her ne olursa olsun gerçekten de karşı taraf her birini yazıyor bilinç altına ve gerçekleşmesini bekliyor. Yerine getirilmeyen her söz sözü verenin itibarını düşürüyor.
    Ne kadar küçük olursa olsun sözlerimizi yerine getirelim ve bunun aslında çok önemli bir şey olduğunu asla hatırdan çıkarmayalım." Gecikme adına bu kadar izahattan sonra yazınıza gelelim... Çocukluğumun "Türkiye 1. futbol ligi" nin değişmez takımı Altay'ın bir sevdalısı olarak bir süreci bu kadar detay verip hikayeleştirmeniz, sanat-spor ikilisini harmanlayarak vermeniz takdire şayan olmuş. Keşke her spor sever spora böyle baksa. Traftarlık insanın sanatsal bir yönünü ortaya çıkarsa... Kaleminize sağlık...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hocam, değerli yorumunuzu şimdi gördüm. İronik olarak, geç kalma kısmında, istemeden de olsa ödeşmiş olduk galiba. Uzun uzadıya izahıtınız ve güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kederli bir öğleden önce.

Adamın biri bir gün evden bakkala gitmek için sabah 7:47’de çıktı. Her şey yolunda gitse, ekmeğini alıp herhalde 8:05, bilemedin 8:15’te evde olacaktı. Olmadı. Eve döndüğünde saat gece on ikiyi çoktan geçmişti. Bakkaldan eve niye böylece geç döndüğünü de konu komşudan kimse merak etmedi. Kimse farkına bile varmadı, ama yine de o gün Nitat İnibat bakkaldan evine üç dakikalık yolu on altı, on yedi saatte dönebildi. Nitat bey, sabah kalktı, çayın suyunu koydu, üstüne dem attı, rahmetli babasından öğrendiği üzere iki parmak suyla soğuk demlemesini yaptı. Neyse ki daima temkinli bir adam olduğundan, evden çıkarken her ne olursa olsun ocağın altını kapatırdı. Yine kapattı. Pijamasının üstüne ceketini giydi. Cebine üç beş kuruş para aldı, bir de kimliğini aldı. Acaba fazla mı temkinliydi, ya da eve biraz geç ve zor döneceği içine mi doğmuştu? Yoksa Nitat beyin bu hazırlığının nedeni en başından ne yapacağını biliyor olması mıydı? Nitat bey ne yaptı? Kararlı adımlarla bakkala yürüdü. Kimsenin

Bir yenilgi hikâyesi.

" Kaybedince daha çok seveceksin. " Bu babalar gününde, babamı yitirdikten sonra ilk babalar günümde; sosyal medyada babamın bir fotoğrafıyla bereber, şu satırlarla başlayan kısacık bir yazı paylaşmıştım: " Bir kimsenin değerini, aslında ancak yokluğunda anlayabiliyoruz, demişti bir misafirim geçen gün. Öyleymiş. 11 mayıstan beri her gün, saat 02:59’dan itibaren her dakika, hemşire “gelin” diye çağırdığından beri her an bunu santim santim, milim milim anladım ve yine de bunu bir yerde idrak edemiyorum herhalde. " 12 ağustos akşamı, uzunca bir aranın ardından yine tribündeydim. Aranın nedeni de babamdı zaten, onun grip bile olmaması lazımdı, biz de elimizden geldiğince dikkat etmiştik. Pek tabii, keşke babam burada olsaydı da tribünlere hiç dönemeseydim. Elden ne gelir, takdiri ilahi gerçekleşmişti işte. Babam vefat etmişti ve ben tribündeydim. Altay hikâyemin tam içinde değildi babam, ben babadan oğula taraftar değilim, babam benim çocukluğumda futbolla tamamen ilgi

sürgününü yitiren bir şairin ardından.

ey en eski kuytulara saklanan çocuk sevgilerinin aleniliği, en derin kuyuların karıncalanan karanlığı, ses uyumları, bıçaklar ve bütün balkonlar; bir şairin arkasından ne kalır? ey en büyük adamların ayakkabıları, koca binaların camekanları, en derin korkulardan fışkıran öfke, kulak aşinalığı, kılıçlar ve bütün kadınlar; bir şairin arkasından kim kalır? kendi makus talihini makaslarla kesen terzilerdir şairler ve hep büyük konuşur, her zaman büyük ölürler. *